Ehl-i Sünnet Doğrultusunda İslâmi Hakikatler

Bu blog sitesine yer verilen İslâmî bilgilerden, maalesef yanlış olarak bilgilenmiş insanların doğru bir şekilde bilgilenmeleri ve belirli bir zaman öncesinden beri ortaya çıkmış yanlış fikirlerin revaç bulmalarını sağlamak isteyen insanlara karşı Ehl-i Sünnet kaynakları doğrultusunda deliller sunularak reddiyede bulunmak suretiyle İslâmî hakikatlerin ortaya çıkarılması amaçlanmaktadır. Allâh rısazı için gayret bizden, hidayet ise Yüce Allâh'tandır.

16 Haziran 2009 Salı

Vehhabilik yanlısı "Guraba" yayınevi imam Şafiî'nin sözünü sakıncalı bir şekilde tahrif ediyor (değiştiriyor)

"Guraba" yayınevinin imam Şafiî'nin sözü için yaptığı yanlış çeviriyi belirtmeden önce doğru çeviriyi belirtelim ki aradaki bariz olan fark görülsün.

DOĞRU ÇEVİRİ:
İmam Şafiî (radıyallâhu anh) bazı insanlar tarafından Kader hakkında sorulunca şöyle demiştir:

"(Yâ Rabb) Senin dilediğin olur,
Ben dilemesem de.
Sen dilememişsen eğer,
Olmaz benim dilediğim ..."

Önemli bir açıklama: Allâh'ın dilemesi ezeli (başlangıçsız) ve ebedidir (sonsuzdur). Allâh'ın dilemesi kesinlikle değişmez, değişmesi mümkün değildir. Allâh'ın dilediği olur dilemediği ise olmaz. Başka bir ifadeyle Allâh neyin var olmasını dilemişse o kesinlikle olacaktır ve neyin var olmasını dilememişse o kesinlikle olmayacaktır. Bu inancı, Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bizzat dile getirmiştir.

Kim haşa derse ki "Allâh'ın dilemesi değişir" veya "Allâh, var olmasını dilediği şeyi artık var olmasını dilemeyip dilemesini değiştirir" işte o kimse Allâh'a değişikliği isnat ettiği için küfre girer, Dinden çıkar. İşte aşağıdaki sözkonusu olan hata bu hususla alakalıdır.

Sıfat değişikliği, hâdis (yokken varlığa gelmiş) olmaya işaret eden en büyük alamettir.

Eş-şurâ suresinin 11. ayetinde mana olarak geçer ki: "O'nun (Allâh’ın) benzeri hiç bir şey yoktur."

Ehl-i sünnet itikadı olarak malumdur ki Allâh değişmekten münezzehtir, uzaktır, çünkü değişmek mahluk (yaratık) olmanın en belirgin sıfatıdır.

Ehl-i Sünnet alimler der ki, “Sıfatın hâdis oluşu (yokken varlığa gelmiş olması), böyle bir sıfatla sıfatlanan zatın hâdis oluşunu gerektirir.“ Yani örneğin Allâh’ın iradesi (dilemesi) değişseydi, bu Allâh’ın da değiştiği manasına gelirdi, ki Allâh’ın değişmesi imkansızdır. Dolayısıyla Allâh’ın ne bir sıfatı ne de kendisi kesinlikle değişmez.

İmam Ebu Hanife (radıyallâhu anhu) bir risalesinde der ki: "Kim Allâh’ın (irade, ilim, kelam-ı zatî, hayat, kudret gibi) sıfatlarının hâdis olduğunu (yokken varlığa geldiğini, yaratık olduğunu) söylerse, bundan şüphe ederse veya bunda duraklara ('Bunlara hâdis de demem, hâdis değildir de demem' derse) küfre girer."

İmam Şafiî'nin yukardaki asıl sözünden altını çizdiğim 3. satırdaki ifadenin, "Guraba" yayınevinin aşağıdaki çevirisinde belirtildiği gibi nasıl tahrif edildiğine bir bakın.

YANLIŞ ÇEVİRİ:
Vehhabiler "Dört Mezhep imamının itikadı" adlı kitaplarında güya imam Şafiî'nin Kader inancını tanıtırken şöyle demişlerdir:


"KADER HAKKINDAKİ GÖRÜŞÜ


l- el-Beyhaki'nin er-Rebi b. Süleyman'dan rivayetinde, kendisine kaderle ilgili sorulan bir soruya Şafiî şöyle karşılık verir:
"Senin dilediğin olmuştur
Ben istemesem bile.
Dilediğini dilersen yapmazsın..."

Allâh bizleri küfürden korusun, bakın ne diyorlar güya imam Şafiî Allâh hakkında demiş ki: " ...
Dilediğini dilersen yapmazsın..."


Yani sapık olan bu vehhabilere göre Allâh ezelde (başlangıçsızlıkta) neyin var olmasını dilemişse, var olmasını dilediği o şeyi dilerse yapmazmış yani onlara göre dilemiş olduğu şeyden dilerse vazgeçermiş. Oysaki böyle inanmak "Tevhid" inancına aykırı olup küfür bir inanıştır. Bir de kalkıp "Tevhid" inancından bahsediyorlar.

Allâh tüm müslümanları vehhabilerin ve diğer sapıkların şerlerinden korusun.

ÖNEMLİ BİR UYARI:
"GURABA" yayınevi vehhabilerin tüm kitaplarını yayınlamaya çalışan bir yayınevidir. Müslümanlar bu yayınevinin yayınladığı kitaplardan uzak durmalıdırlar.


6 Kasım 2008 Perşembe

İbn-i Abbâs'ın En-Nûr suresinin 35. âyetinde geçen ve arapçadaki anlamı itibariyle çok anlamlı olan "NÛR" kelimesini "HÂDÎ" olarak tevil etmesi

Arapça asıllı olan "Nûr" kelimesi, arapçadaki manası itibariyle birçok manaya gelebilir. Türkçe dilinde, bu kelimenin arapçadaki asıl manaları itibariyle gelebileceği manalar normalde kullanılmadığı için, bahiskonusu olan kelimenin geçtiği En-Nûr suresinin 35. âyet-i kerimesine mana verilirken, bir açıklama yapılmadığı taktirde Allâh Teâlâ ile ilgili olan bu âyet-i kerimeyi birçok insan yanlış bir şekilde anlayarak (Allâh'ın haşa bildiğimiz ışık olduğuna inanarak) inancı bozulup Dinden çıkmaya maruz kalır.

Dolayısıyla En-Nûr suresinin 35. âyet-i kerimesinde geçen:


{...اللَّهُ نُورُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ}

şeklindeki kısmı, şöyle manalandırmak gerekir:
"Allâh göklerin ve yerin Hidayet edenidir."

Yani Allâh gökteki melekleri ve yeryüzündeki bütün müminleri iman nuruna hidayet edendir (iletendir).

Bahiskonusu olan âyette geçen "Nûr" kelimesini "Hâdi" yani "Hidayet eden" olarak tevil eden, bizzat İbn-i Abbâs'tır (radıyallâhu anh). Bunu imam Taberi birde imam Beyhaki "El-Esmâu ve's-sıfât" adlı kitabında rivayet etmiştir.

Ne var ki böyle bir açıklama yapılmadan hazırlanan birçok meallerde yanlış anlayabilme ihtimalini gözönünde bulundurmadan bu ayete verilen mana: "Allâh yerin ve göğün nurudur ..." şeklinde yazılıdır.

Cahil bir insan böyle bir ifadeyi okuyup da bundan Allâh'ın haşa bir ışık olduğuna veya Allâh'ın, kendisinden ışık saçan bir şey olduğuna inanırsa, bütün İslâm alimlerin sözbirliği ile Dinden çıkar ve derhal Allâh'ın ışık olmadığına ve kesinlikle herhangi bir cisim (eni, boyu, genişliği, boyutları, ölçüsü olan bir şey) olmadığına inanarak inancını düzeltip kelime-i şehadeti getirmesi gerekir. Allâh bizleri imana zarar verecek tüm bozuk inanışlardan korusun.

Allâh bilir, bu bozuk inanca düşmüş olan ne kadar insan vardır. Ne mutlu bu bozuk inanca düşenleri uyararak imana dönmelerini sağlayan insanlara.

15 Ağustos 2008 Cuma

Allâh’tan başkasından yardım dilemenin delillere dayandırılarak caiz olduğunun beyanı

Alemlerin Rabbi olan Allâh’a hamd, resüllerin en faziletlisi olan Muhammede, diğer peygamberlere, âline ve pak olan ashabına salât ve selam olsun.

El-Fatihah suresindeki sadece sana ibadet ve senden yardım dileriz mealindeki ayette geçen yardım dilenmesi konusunda ilim ehli der ki yani sadece senden yardımı yaratmanı dileriz.

Hangi müslüman Allâh’tan başkasından yardım dilediğinde, Allâh’ın yaratması olmaksızın başkasının yaratmasıyla yardımın geleceğine inanır ki?! Böyle bir inanca inanan bir müslüman görülmemiştir. Zaten böyle inanan bir kimse vehhabilerin bilmedikleri gibi Allâh’ı bilmemiştir. Allâh’ı bilmeyen kimse ise müslüman değildir. Nitekim imam Gazali: “İbadet ancak Yaratan Mabudu bildikten sonra geçerli olur” demiştir.

Allâh’tan başkasından yardım dilemenin bir beisi olmadığına dair rivayeti, ibni Abbas hakkında sabit olan Peygamber Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Muhakkak ki Allâh’ın hafaza (koruma melekleri) dışında öyle melekleri vardır ki yeryüzünde dolaşırlar, ağaçtan düşen yaprakları yazarlar şu halde sizden birinizin başına geniş bir yerde bir sıkıntı gelirse ’Allâh’ın kulları yardım edin’ diye nida etsin“ mealindeki hadis-i şerifi yeterlidir.

Bu hadisin rivayeti ise Hadis hafızı ibni Hacer tarafından “Âmâlî” adlı kitabında merfu’ olaraktan hasen olarak değerlendirilmiştir. Hadis hafızı el-Heysemî ise: “Bunun ravileri sikadırlar (güvenilirdirler)” demiştir. Beyhakî de bunun rivayetini mevkuf olarak tahric etmiştir. (Bak. Keşfu’l estâr c.4 s.34, Şuabu’l imân c.1 s.445, Mecmau’z-zevâid c.10 s.132 ibni Abbâstan radıyallâhu anhumâ)

Dolayısıyla ehli sünnet alimleri bu ayet ile hadisler arasında uyum olduğunu bildirmişlerdir. O halde aralarında bir çelişkinin olduğundan söz edilemez.

Vehhabiler şüpheye sokmaya çalışarak tevessülü haram kılmak için çokca merfu’ olarak rivayet edilen ibni Abbâsın: “Dilersen Allâh’tan dile yardım dilersen de Allâh’tan yardım dile” mealindeki hadisini zikrederler.

Buna cevaben şöyle denilir: Bu hadis, Allâh’tan başka kimseden dileme, Allâh’tan başka kimseden yardım dileme gibi anlamlara gelmez. Bundan Peygamber Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem) muradı ise kendisinden bir şeyin dilenmesinde ve yardımın dilenmesinde Allâh daha önceliklidir. Bu hadis, varit olan: “Müminden başka kimseyle müsahabe etme ve yemeğini müttaki(Allâh’tan hakkıyla korkan kişi)’den başka kimse yemesin” mealindeki diğer hadise benzer.

Bu hadis, müslüman haricinde kalan bir kimseyle müsahabe etmenin haram olduğunu mu ihtiva eder?!
Bu hadisten, müttaki haricinde kalan kimseye yemek yedirmenin haram olduğu mu anlaşılır?!
Elbetteki hayır. Allâh Teâlâ Kur’anı kerimde El-İnsan suresinin 8. ayetinde bildirdiği gibi, kafir olan esire yemek yedirmeye müsaade etmiştir.

Ayrıca şu da bir gerçektir ki istiane (yardım dileme) teveccüh ve tevessülün aynı anlama geldiği arabî lugatı iyi bilen Takiyyuddîn es-Subkî gibi bazı ehli sünnet alimlerimiz tarafından bildirilmiştir. Nitekim Suyutî onun hakkında lugatçilerden olduğunu söylemiştir. Bu mesele ise bellidir. Dolayısıyla Bilal b. Haris el-Muzenî adındaki sahabi, hz. Ömer (radıyallâhu anhu) zamanında meydana gelen kıtlık yılında Allâh’ın Resulünün kabrine gelip şöyle demiştir: “Ya Rasulellâh ümmetin için yağmur dile onlar perişan olmuşlardır.” Bu sahabinin eylemi için tevessül demek de doğrudur istiane (yardım dileme) demek de doğrudur. Zira o Allâh’ın Resulünün kabrine, Allâh’ın Resulünden kendilerini perişan eden o dara düşenleri Allâh’tan yağmur dileyerek kurtarmasını dilemek maksadıyla gitmiştir. Bu hadisi ise Beyhakî sahih bir isnat ile rivayet etmiştir. (Bak. İbni Hacere ait olan Feth’ul barî, c.2 s.495, İbni kesire ait olan El-Bidaye ven-nihaye, c.7 s. 91)

Arapçayı bütün incelikleriyle veya bunların çoğunu bilenler maalesef azdır. Türkiyede ismi tanındığı veya tanınmadığı halde yarım arapçasıyla veya arabî sözlerin anlamlarını tam bilmeyerek kitap tercüme edip piyasaya süren kimselerin bulunması bunun bir göstergesidir. Bazılarının tespit ederek Mustafa İslamoğlu diye adlandırılan kimse ile Yaşar Nuri Öztürk gibi insanların tercümelerinde bulmuş olduğu tercüme hatalarını okuyanlar durumu iyi bilirler. Yaşar Nuri Öztürk bir de pr. dr. ünvanı olan birisi. Allâh bizlere Dinî ilimleri sağlam bir şekilde öğrenmiş sika olan hocalardan öğrenmeyi nasip eylesin. Dolayısıyla hangi ilim dali olursa olsun İslâmî bilgiler sika olmayan kimselerden alınamaz.

Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bir hadisinde iki kişiye karşı uyarı yaparak onların Dinimizden hiçbir şey bildiklerini sanmadığı bildirmiştir. Bu uyarısı ise bir şeyler öğrenmek isteyen insanların onlara giderek bir şey sormamları içindir.

Hadis almlerinden olan Muslim rivayet eder ki ibni Sirin (radıyallahu anhu) şöyle demişitr: “Muhakkak ki bu ilim Dindir şu halde Dininizi kimden aldığınıza bakın.”

İbnu’l Cevzî “Sifetus-safve” (Üstün kimselerin sıfatları) adlı kitabında
İmam Malik (radıyallahu anhu) hakkında şunları söylediğini rivayet eder: “Muhakkak ki bu hadisler Dindir şu halde Dininizi kimden aldığınıza bakın. Vallâhi buraya (Mescid-i nebevîye) yetmiş adam gelip hepsi filan dedi ki Allâh’ın Resulü dedi ki demişlerdir. Ben ise onlardan bir harf dahi almamışımdır, çünkü onlar bu işin adamları değillerdi. Ne zaman ki Muhammed ibnu Şihâb ez-Zuhrî buraya gelince onun kapısı başında kalabalık halinde olduk, çünkü o bu işin adamıydı” Muhammed ibnu Şihâb ez-Zuhrî ise İmam Ebu Hanife’nin de (radıyallahu anhu) hocalarından birisidir.

Allâh ilmimizi artırsın ve ilmimizle amel etmeyi nasip eylesin.

14 Ağustos 2008 Perşembe

Geçmiş zamanın Mekke-i Mükerreme müftüsü İbni Humeyd en-Necdî kitabında vehhabiliği kuran Muhammed bin AbdulVehhab'ı kötü yanlarıyla tanıtıyor

Vehhabililği kuran Muhammed bin AbdulVehhâb’ın nasıl birisi olduğunu bir de hemşehrisi olan hicri 1295 yılında vefat etmiş Mekke-i Mükerreme müftüsü İbni Humeyd en-Necdî el-Hanbelî’den öğrenelim ki o erkek ve kadın olmak üzere alim olan hanbelileri kitabında serd etmiştir ve dikkate değer önemli tespitlerde bulunmuştur. Böylece Muhammed bin Abdulvehhab’ı savunup da onun aleyhinde söylenen sözlerin iftira olduğunu iddia edenlerin yalan söyledikleri net bir şekilde belli olur.

İbni Humeyd en-Necdî “Essuhubu’l-Vabile alâ darâihi’l hanabile” isimli kitabının (Mektebu’l-İmam Ahmed yayınevinin 1989 tarihli baskısı itibariyle) 275-276. sayfalarında önemli bilgilere yer vererek Muhammed bin AbdulVehhâb’ın babası olan Abdulvehhab hakkında övücü ifadelerde bulunuyor. Fakat onun oğlu (Muhammed bin AbdulVehhâb) hakkında bilgi vermeye geçerken onunla babası arasında bir ayrılık olduğundan bahs ediyor ve Muhammed bin AbdulVehhâb’ın davetinin şerrinin dört bir yana yayıldığını ve bu davetinin, babasının ölümünden sonra ortaya çıktığına dikkat çekiyor.

Mekke-i Mükerreme müftüsü İbni Humeyd bu konuya değinerek şöyle diyor:

“Kendisiyle karşılaştığım bazıları bana haber verdi ki ilim ehlinden bazıları, şeyh AbdulVehhâb ile çağdaş olan kimselerden nakletmişlerdir ki şeyh AbdulVehhâb evladı olan Muhammede karşı, geçmişleri ve kaldığı yöndeki insanlar gibi ilim ile meşgul olmaya razı olmadığı için kızgın idi ve onun hakkında feraset yoluyla onda bir durumun meydana geleceğini söylerdi. Dolayısıyla insanlara derdi ki: ‘Sizin Muhammedden göreceğiniz öyle şer olacak ki!’ Allâh da olan şeylerin olacağını takdir etmiştir.

Aynı şekilde onun oğlu olan (AbdulVehhâb’ın oğlu) Süleyman da kardeşi olan şeyh Muhammede daveti hususunda karşı çıkıp ona karşı ayetler ve eserler ile iyi bir reddiyede bulunmuştur. Zira kendisine reddiyede bulunulan Muhammed, bu iki kaynak dışında kalanları kabul etmezdi ve kim olursa olsun ne mütekaddim olan (geçmiş klasik olan alim) ne de müteahhir olan (sonraki gelen alim) hiç bir alimin sözüne de aldırmazdı şeyh Takiyyuddin ibni Teymiye ve öğrencisi ibni’l Kayyim el-Cevziyye müstesna. Dolayısıyla bu iksinin sözlerini tevili mümkün olmayan bir nassmışcasına kabul ederek bu ikisin sözleri anlaşılmayacak üzere olsa da onlarla insaların üzerine atılırdı.

Şeyh Süleyman kardeşine karşı olan reddiyesine “Faslu’l-hitâb fir-raddi alâ Muhammed ibni AbdulVehhâb” adını vermiştir.
Ortalığı korkutan o korkunç saldırılar bulunduğu halde, Allâh Süleymanı, onun -yani kardeşi olan Muhammed bin AbdulVehhâb’ın- şerrinden ve tuzağından selamette kılmıştır . Öyle ki bir kimse Muhammede karşı tavır alıp reddiyede bulunsaydı ve Muhammedin de onu aşıkar olarak katletmeye gücü yetmeseydi ona suikast yapılması için geceleyin yatağında veya çarşıda öldürecek birilerini gönderirdi kendisine muhalefet edenleri tekfir etmesi ve onların katlini helal kılmasından dolayı.

Ayrıca denildi ki bir beldede bulunan bir deli vardı ve adetindendir ki kendisiyle yüzleşen kimseye silahla da olsa vurar (saldırır). Dolayısıyla Muhammed ona bir kılıcın verilmesini ve kardeşi şeyh Süleymanın yanına Camide yalnızken girmesinin sağlanmasını emretmiştir. Bunun üzerine delinin Camiye girmesi sağlanmıştır. Böylece şeyh Süleyman onu gördüğünde ondan korktu deli ise kılıcı elinden attı ve şöyle söyler oldu:
Ey Süleyman korkma sen emniyet altına alınanlardansın.’ Şüphe yoktur ki bu kerametlerdendir. Zikrolunan Süleymanın arkasında da erdemli, takva sahibi ve neciblerden olan zamanında son derece vera sahibi olan öyle ki hakkında asrın en vera sahibi olduğu söylenen AbdulAziz vardı...”

Bu konu hakkında oldukça önemli bilgilerin yer aldığı arapça olarak yazılmış kitabı kendi gözleriyle görüp okumak isteyenler, kitabı tam şekliyle şu linkten indirip yukardaki yazıda belirtilmiş sayfalara bakarak okuyabilirler:

http://www.muslems.net/vb/uploaded/1731_1222915027.rar

29 Temmuz 2008 Salı

Sarf ve Nahiv (arapça dilbilgisi kuralları) ilmi hakkında önemli bir fetva

Sarf ile nahiv ilmi hakkında bir alim şöyle bir manzume demiştir:
النَّحْوُ وَالصَّرْفُ كِلاَهُمَا شُرِطْ * * * لِقَارِىءِ الْحَدِيثِ خَشْيَةَ الْغَلَطْ
لَكِنَّ هَذَا فِي السَّلِيقِيِّ سَقَطْ * * * لأَمْنِهِ مِنَ الْوُقُوعِ فِي الْغَلَطْ
Manası: Yanlışa düşme endişesi bulunduğu için hadis okuyacak kimse için, sarf ve nahv'in her ikisi şarttır. Ancak bu durum, yanlışa düşmeyeceğinden emin olduğu için seliki olan kimseden (arapçayı konuşmasında düzgünce kullanan kimseden) düşer. (yani böyle birisi, arapçayı düzgün kullandığı için hadis okuyabilir)

Nahiv ilmi, sahabe günlerinde yoktu. Etraflıca şerh edilmiş değildi. Sahabe’nin nahve ihtiyaçları yoktu. Çünkü onların konuşma dili, nahiv dersi görmeksizin nahve uygundur. Sahabeden ummi olanların (okuma-yazma bilmeyenlerin) kendi dillerindeki telaffuzları, nahvi öğrenmeden nahve uygundu. Onların doğal bir özellik olarak sözleri nahve uygundu. Daha sonra araplar, arap olmayanların içine karışınca dil değişti ve arap ile başka müslümanların ağızlarından çıkan yanlışlar yaygın hale geldi. Nahvi öğrenmek de artık farz-ı kifaye oldu.

Hadis okuyana gelince, onun nahvi bilmesi farz-ı ayndır. Çünkü o nahvi bilmeyip de Peygamberin (aleyhisselâm) hadislerinden bir hadisi bir kitaptan okumak isterse o zaman olabilir ki onu hadisin manasını bozacak şekilde, hadisin manasını değiştirecek şekilde okur. Böylece de Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) hakkında yalan olur.
Nahvi öğrenmemiş bir kimsenin hadis okuması caiz değildir. Ancak harfleri ve ötre, üstün, esre ve sükun işaretleri zabt edilmiş olan (düzgünce yazılı olan) bir kitap bulursa o zaman okuyabilir. Bu kitabı zapt etmiş olanın da alim, sika (güvenilir) olması gerekir. İşte hadis kitaplarından olan böyle bir kitabı elde ederse o zaman okuması caiz olur ve diyebilir ki, Allâh’ın resulü şöyle ve şöyle buyurmuştur. Zira arapça dilinde bir kelime manalara göre ötreli, üstünlü ve mecrur (esreli) olur. Bu arapça dili haricinde yoktur.


Not: Bu bilgiler, zamanın muhaddisi ve allamesi olan üstad Abdullâh el-Hararî'nin fetvalarından alınmıştır.

20 Temmuz 2008 Pazar

"Tenviru'l-mikbâs min tefsiri ibni Abbâs" kitabı Abdullâh ibnu Abbâs'a ait değildir

Bazı insanlar "Tenviru'l-mikbâs min tefsiri ibni Abbâs" kitabının Abdullâh ibnu Abbâs'a ait olduğunu zannederler, bazıları da ait olup olmadığından şüphe ederler. Oysaki bu kitabın ona ait olmadığı ortadadır.

Bu kitapta silsile-i kezib (yalan içerikli rivayet zinciri) vardır. Silsile-i kezib; es-Suddî'nin el-Kelibî'den, el-Kelibî'nin de Ebu Sâlih'ten rivayet edişidir. Dolayısıyla Allâh'ın arşa istivasını haşa arşa kurulmakla tefsir etmiş diye Abdullâh ibnu Abbâs'a isnad edilen rivayet bir yalandır. İmam Beyhakî "El-Esmâu ve's-sıfât" isimli kitabının 413. sayfasında, bahiskonusu olan rivayetin münker (karşı çıkılacak kötü) bir rivayet olduğunu söyler.

Dolayısıyla "Tenviru'l-mikbâs min tefsiri ibni Abbâs" isimli kitaba karşı uyarmak farzdır, çünkü bu kitabın İbni Abbâs'a ait olduğu, onun hakkında bir yalandır.

Kaynak:
Şam diyarının muhaddisi allame Abdullâh el-Harari Hocaefendiye ait "Makalâtu's-sunniyyetu fi keşfi dalalat Ahmed ibni Teymiye" (Ahmed ibni Teymiyenin dalaletlerini keşfetme hususunda sünni makaleler) kitabı, Daru'l-Meşârî', 5.baskı, s. 180

Bazı Mevlit kitaplarında geçen Dine aykırı ifadelere karşı bir uyarı

Peygamber Efendimizi (sallallâhu aleyhi ve sellem) methedecek sözler söylemek, içinde sınırı aşacak aşırıya kaçan şeyler yoksa caizdir. Bazı insanların methedecek sözler esnasında kötü sözler sokmalarına gelince işte bu yaptıkları Şeriate aykırı olup kötülenecek bir şeydir. Adı “Mevlidu Ebi’l-Vefâ” olan bir kitap vardır ki içinde Dine aykırı olan şöyle bir ifade geçiyor: “Allâh Muhammedi kadîm (ezeli, başlangıçsız) olan nurdan yaratmıştır” Bu ifadenin zahiri şudur ki haşa “Allâh Teâlâ’nın zatı nurdur yanı ışıktır ve Allâh Teâlâ bu nurdan bir parça koparmış ve o parçayı Muhammed kılmıştır” Bu kimseler İslâmdan çıkmışlardır. “Mevlidu’l-arûs” adlı kitapta da bu bozuk söz yer almaktadır. Bu kitapta (iftira atılarak) Ka’bul-ehbârdan söz edilir ki şöyle demiş: “Allâh nurundan bir parça alıp ona Muhammed ol demiş o da Muhammed oluvermiş.” Bunu söyleyen kimse de İslâmdan çıkmıştır. O halde Allâh Teâlâ ışık değildir ışığa da benzemez, parçalanmaz, Onun hakkında parçalanmak ve bölünmek imkansızdır.

Dinde sınırı aşarak aşırıya kaçmayı Allâh Teâlâ kötülemiştir. Peygamber Efendimiz de (sallallâhu aleyhi ve sellem) mealen şöyle buyurmuştur: “Beni mevkimden daha yukarıya yükseltmeyin” Allâh’ın Resulü, Allâh tarafından üzerinde kılınmış mevkinden daha yukarıya çıkarılmayı sevmez. Ama bu kimselerin iddialarına göre o buna razıymış. Halbuki bu Allâh’ın Resulünün (sallallâhu aleyhi ve sellem) bildirmiş olduğu şeye terstir. Bilin ki Allâh size rahmet eylesin Peygamber Efendimize (sallallâhu aleyhi ve sellem) salavat getirmenin ve onu methetmenin üstünlüğü olduğu halde yine de Din ilmiyle uğraşmak daha faziletlidir. Bunun delili ise Allâh’ın Resulünün Ebu Zerr’e söylediği: “Ey Ebâ Zerr gidip de Allâh’ın kitabından bir ayeti öğrenmen senin için yüz rekat (nafile) namaz kılmandan daha hayırlıdır ve gidip de ilim bölümünden bir bölümü öğrenmen senin için bin rekat namaz kılmandan daha hayırlıdır.” mealindeki sözdür. Hadis hafızı en-Nevevî eş-Şafiî şöyle demiştir: “İlimle uğraşmak değerli vakitlerin harcandığı en üstün şeydir” Dolayısıyla ilim, İslâm hayatıdır. İlim, Vehhabiler olsun dalalet üzerindeki başkaları olsun bozukluk çıkaranların şüphelerini bertaraf edebilmek için bir silahtır. İlim silahıyla silahlanmamış bir adam, her nekadar ibadetle meşgul olsa da ve her ne kadar zikirle meşgul olsa da o mahvolmaya maruzdur. O halde Din ilmini öğrenmelisiniz ve ahiretiniz için amel etmelisiniz. Dünya ahirete ihtiyaç kalmamasını sağlamaz. Ölümden, kazılacak kabre gömülmeden önce hayatınızdan yararlanın. Allâh kime hayrı murad etmişse ona katışıksız doğru olan Dini bilgileri öğrenmeyi nasip eder ve onu azimli kılar. Ama Din ilmine ehemmiyet göstermeyen kimse birçok hayırdan yoksun kalır.

Burada Yayınlanan Bilgilerin Paylaşımı Hakkında

Burada paylaşılan bilgilerin, alıntılanarak başka bir sitede yayınlaması için izin almak gerekmez. Başka insanların yazmış olduğu faydalı bilgileri paylaşmak için Dini açıdan izin almak şart değildir. Önceki zamanda gelmiş alimler, kendi elleriyle kitap telif ederek emekleri daha çok geçtiği halde kitaplarının çoğaltılması hususunda bunun izinsiz olarak yapılamıyacağına dair bir hüküm vermemişlerdir. Çünkü bu İslâm Dinine göre caiz olan bir durumdur. Yani bir kitabın yazarından izin almaksızın o kitabı çoğaltan bir insan mahsurlu olan bir duruma düşmemiştir. Din adına aksini iddia edenler Dine aykırı bir söz söylemiş olurlar.

Ancak kişinin, başkalarına ait olan araştırmalarını kendine aitmiş gibi bir izlenim bırakması da uygun bir davranış değildir. Sözün kısası, başkalarının da faydalanması için alıntılanacak yazının kaynağı belirtilirse uygun olur. Böylece okuyucular diğer yazılardan da faydalanabilirler.

İletişim

Tekliflerinizi ve yazılmış hatalar varsa bu hususlarda ikazlarınızı şurayı: Profilimin tamamını görüntüle tıklayarak ilgili sayfada görüntülenen iletişim kısmındaki email adresi aracılığıyla iletebilirsiniz.

Hakkımda

İlimsizce fetva verenlerin ve kafa karıştırcı bilgileri etrafa yaymaya çalışan birçok insanın önceki zamanlara nazaran oranla daha çok türediği bu zamanda Ehl-i Sünnet'in gerek arapça gerekse türkçe dilinde yazılmış olan kaynak eserlerinden yararlanmak suretiyle İslâmi hakikatlerin ortaya çıkması için müslümanların hizmetine yaptığım araştırmaları paylaşmak isterim. Yüce Allâh'tan niyetimi Kendisi için hâlis kılmasını, riyâkar olmaktan korumasını ve hâlis bir niyet üzerinde kalmamı nasip etmesini dilerim.